25 Ocak 2012 Çarşamba

Bir İnsanın Anavatanı...


  Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi,
  Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek
  hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle
  bir konuşma yer aldı:
  - Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
  - Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti.
   O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek
  istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
   - Ne oldu, nasıl oldu?
   - Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde
  bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir
  insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir
  insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli
  görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
  yaratmaktır."
  Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya
  devam etti:
   - Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en
  önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar
   yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime
  düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya
   yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar
  hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
   Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz
   yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya
   çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
   - Hayır, neden?
  - Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini
   yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
  sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.
  Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
   Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun
  sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
   Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar
   vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam
  etti:
   - Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne
  biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim
  İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm;
   otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle
   konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse
   beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
   - Radikal bir karar!
   - Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
   Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime
  dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk,
   çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları
  aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim
   ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var
   ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu
   yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir
   çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi
   değiştirelim bunu.
   - Eşiniz ne dedi?
   - Hocam biliyor musun ne oldu?
   - Ne oldu?
  - Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim
   bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
   Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek
   ilerleyecek! Öyle şey olmaz."
   - Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor,
   kaygılanıyor!
   - Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her
   gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin
   sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
   - Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
   - İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının
   yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve
   dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve
   "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya
   ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim,
   onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış,
   onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat
   altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak
   içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok
   mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya
   başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün
   sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla,
   kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum.
  Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım
   ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar
   hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.
   "Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi
   söylemediğinin farkında olmayacaktım.
 



  - Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum
   birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir
   tehlike!


7 Ocak 2012 Cumartesi

taze balık deyip geçme neler anımsatır sana...



Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat japonya sahillerinde bol
 balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek
 için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balık
 için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur.
 Dönüş bir – iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği  kaybolmaktadır.


Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi
 çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır.
 Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda  dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.


Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyor ve  donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı.
 Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar  içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta, birbirlerine çarpa çarpa birazda  aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi.


Japon halkı canlı  olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı.
 Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri  hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.


 Balıkçılar nasıl olacakta Japonya’ya taze lezzetli balığı  getirebileceklerdi ?
 Siz olsaydınız ne yapardınız ?
 Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir eş buldunuz veya  çok  başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz v.s. Heyecanınız  kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız?
 Lotoda büyük ikramiyeyi kazananlar parayı savurmaya başlamaz mı ?
Japonların Taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir.


1950′lerde L.Ron Hubbart’ın gözlemlediği üzere  “ İnsanoğlu ancak hırs
 iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarfeder. ”
 

Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar  zevk alırsınız.
 Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız
 bundan da o derece mutluluk duyarsınız, heyecan duyarsınız ve enerji dolu,  canlı, ayakta kalırsınız.
 Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak
 içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı
 tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze  kalabilmişlerdi...

söylenecek ne çok şey var ya da hiç birşey yok...belkide ne anladıysanız o,ya daaaaaaa ne anlamak istiyorsanız o!!!hayat işte,kısaca hayat!!'bu hikayeyi yada benzerlerini seviyoruz daha okuduğumuz anda hayatımıza uygulamamız gerektiğine karar veriyoruz.buna müteakip heyecanımız bir süre daha devam ediyor ve paylaşıyoruz arkadaşlarımızla ama o bir anlık heyecanı çabuk yitiriyor ve hayat denen koşturmacaya dönüyoruz.bazen çoğu şeyi değiştirmek istiyoruz hayatımızda hatta bazen de bu değişimlere muktedir olduğumuzu dahi düşünüyoruz ama bu düşünceler kısa sürüyor ve tüm fikirlerimizi salıyoruz çayıra bekliyoruz ki biz duralım Mevlam bizim için kayıra...

işte bu noktada yine mi karamsarlığa düşüyorum yoksa derken sevdiğim bir ayetin bir kısmını anımsıyorum,size de anımsatıp işe dönmek üzere müsade istiyorum...

"Ey Rabbim!;İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım ve hep Senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapıyor olayım; ve beni, rahmetinle, dürüst ve erdemli kulların arasına sok!"



not : yazı için Tülin'e,resim için kayıp balık nemo ya:) teşekkürler...
ayet alıntısı ile ilgili Neml suresi 19.ayet in bir bölümü (Muhammed Esed meali)



2 Ocak 2012 Pazartesi

vay be 2012 geldi de geçmeye başladı bilem:))

hızlı bir başlangıç yaptık yeni yıla...hızlı ve keyifli...umarım böyle devam eder...

2011 in son gecesini mide ağrısıyla geçirdim,mutfağımdaki çeşitli otlarla herşeye şifa bulmaya çabalayan ve kısmen başarılı da olan ben,bu duruma bi çare bulamadım ve eşimin ısrarları karşısında hiç sevmediğim cümleye başvurdum haliyle"tamam gidelim hastaneye" dedim ama o kadar isteksiz söylemişim ki eşim gülmekten alamadı kendini.e tabi ki gitmedim.hani deriz ya hep "Allah eksikliğini vermesin ama düşürmesinde hastanelere" bu duamız baki...neyse ki biraz daha rahatsız ettikten sonra uykuya dalacağım kıvama geldi ve neyse ki sabah uyandığımda eser kalmamıştı ağrıdan.hem uykusuzluğun hem de hastalık halinin keyifsizliği akşam saatlerine kadar sürdü.[eşime söz verdim bir kez daha tekrarlarsa ısrar beklemeden gideceğim hastaneye:(  ]
akşam için komşularımızı yeni yıl yemeğine davet etmiştik.keyifsiz ve pervasız halim hazırlığın akşam saatlerine kadar kalmasını sağladı ama neyse ki içime sinecek bi sofra kurabildik.hatta eşimin doğum günü pastasını yetiştirdim[şu an öyle kızdım ki kendime"her anı fotoğraflamak gerekir" deyip hiçbir anı fotoğraflayamayan bana ne denir ki:( ]eşimin doğum günü 1 Ocak aslında ama adet haline geldi ki hep yılbaşı akşamı ilk kutlamayı yapar olduk.bu kez de iyi saklamışım pastayı ve yine şaşırtmayı başardım.yaşasın ben!!!severim sürprizler yapmayı neyse ki tutuyor planlarım genelde.yemek sonrası pasta eşliğinde çay sohbeti yapıp evlere dağıldı herkes.öyle anlaşmıştık zaten.biz yılbaşını çok abartmayı sevmiyoruz ve özellikle evde olmayı tercih ediyoruz.dışarda olduğumuz zamanlarda oldu vaktiyle...ama evde olmayı seviyoruz.bazen dostları ağırlıyoruz bazende başbaşa kalmanın keyfini yaşıyoruz.dedim ya abartmayı sevmiyorum ama dostlarla kutlaşmayı bahane edip seslerini duymayı,kartlar vesilesi ile hatırlamayı ve kendimi hatırlatmayı seviyorum.öyle hızlı akıyor ki hayat arada bir bahaneler gerekiyor malesef iletişimlerin sürekliliği için.işte yılbaşı da  benim için en çok bu demek.özlediğim sesleri duydum,önemsediğimi belirtmek istediklerime kartlarını postaladım.karşılığında güzel dilekler eşliğinde mesajlar ve telefonlar aldım.kimi evlere bereket çıkını ile bereket dileklerimi ulaştırdım.insan olmanın en güzel anını yakaladım güldüm,güldürdüm ne mutlu bana...saatler yeni yılı göstermek üzereyken  çalışma odasına geçtim.çalışma masasında büyükçe bir poşet.bu ne ki diye seslendim cevap yok.cevap bekleyecek değilim tabi:)hele ki ben:)araladım ki bir buket çiçek...tebessümle kafamı çevirdim ki hayatımda bildiğim en güzel tebessüme çarptı tebessümüm:))canımın içi yine gülümsetti beni."niye ki,yılbaşı için mi" dedim "hayır içimden geldiği için" dedi yine beni mest etti ve ekledi "bi de bunları sana ulaştırmak için vesile" diye çiçeğin aranjmanına eklenmiş uğur böceği ve nazar boncuğunu göstererek.dilerim uğurlu ve hayırlı gözlere çarptığımız bir yıl olur...
yeni yılla ilgili ilk gülümseme bu değildi.Semacım yaptı ilk güzelliği.yılların eskitemediği can dostum.Hüseyin e yapmak istediğim sürprizden bahsetmiştim.o yoğun ben yoğun bi ara birlikte bakarız deyip kenara koymuştuk fikrimizi.halletmiş bile sağolsun.cuma günü haber verdi.aynı gün iş arkadaşlarımdan da bir eşarp aldım yeni yıl armağanı olarak...

ama cumartesinin ilk güzelliğine gelince.market dönüşü babannem bana bir paket geldiğini söyledi.